DOĞUDA ZAMAN
ve nihayet kaçınılmaz olarak kafayı zaman denen şeye taktım. O mu geçiyor yoksa biz mi geçiriyoruz. Araştırmalara göre çocukken zamanın daha yavaş akması yada daha yavaş aktığı algısı , esasen hayatı yaşama şeklimizden kaynaklanırmış.
Hayatın erken evrelerinde neredeyse her şey yeni yada ilk. ilk kavga ilk dayak , il sevgili , ilk öpüşme, ilk ayrılık , tırmanılan ilk ağaç , ilk düşüş ilk defa yenen yemek.. Ne acıdır ki bunların çoğu belleğimizden uçup gider. Yaş ilerledikçe günler çoğumuz için bir öncekinin tekrarına , hatta kötü bir kopyasına dönüşür . Keşiflerle dolu günlerin yerini aynı iş aynı arkadaşlar aynı yollar ve benzeri kısır döngüler alır .
İçini eşsiz ve benzersiz hatıralarla doldurabildiğimiz anlar azaldıkça yaşam da sıradanlaşır.Ardından yaşa takılma riski olmaksızın geliveren erken emeklilik.İşten değil , hayattan. Ne tazminatı var ne de maaşı. Benjamin Franklin demiş ya “bazıları yirmi beş yaşında ölür fakat yetmiş beş yaşında gömülür” işte o hesap. Zaman , içini en anlamlı şekilde doldurmaya çabaladığımız , ne kadarına sahip olduğumuzu bilmediğimiz bi kavram. Durdurmak imkansız da bazen yavaşlamasına razıyız.
Ahmet Hamdi Tanpınar , Huzur eserinde “Doğu oturup beklemenin yeridir” diyor. ” Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir.”
Zamanımız kısıtlı ama her şeyin de bir ‘vakti’ var.
“Sana kara yazıldı sanma,dünyanın düzeni böyle”
SON..